Pazartesi 25 Ağustos 2025 - 10:32
İmam Rıza’nın (a.s) Siyasi ve Toplumsal Hayatından Günümüz Toplumuna Yönelik Dersler

Havza / Hüccetü’l-İslâm ve’l-Müslimîn Eşkurî şöyle dedi: “Sekizinci İmam’ın (a.s) hayat çizgisi gösteriyor ki kendisi Abbâsîlerin politikalarına boyun eğmedi; aksine tedbir ve hikmetle ilahî imameti açıklığa kavuşturdu ve toplumda sırat-ı müstakim kültürünü yaygınlaştırdı. Bu da günümüz toplumu için önemli bir derstir.”

Havza Haber Ajansı’nın haberine göre İmam Rıza (a.s), Abbasî halifeliğinin meşruiyet krizi yaşadığı dönemde Me’mun’un veliahtlığını şartlı olarak kabul etmekle teslim olmadı; aksine bu fırsatı imametin ilahî nass ile belirlendiğini açıklamak için kullandı. O, Şiîlerin can güvenliğini koruyarak kültürel bir mücadele başlattı ve sahih İslâm’ı, Hicaz’dan medeniyet geçmişine sahip İran’a taşıdı. Bu hareket daha sonra İslam İnkılabı gibi büyük dönüşümlere zemin hazırlayan “medeniyet kurucu İslâm” akımının başlangıcı oldu.

Bu doğrultuda Havza Haber Ajansı muhabiri, İmam Rıza’nın (a.s) şahsiyeti ve siyasal-toplumsal hayat çizgisinin boyutlarını incelemek üzere Kum İlim Havzası hocalarından Hüccetü’l-İslâm ve’l-Müslimîn Seyyid Abdülmecîd Eşkurî ile bir söyleşi gerçekleştirdi.

İmam Rıza’nın (a.s) Siyasi ve Toplumsal Hayatından Günümüz Toplumuna Yönelik Dersler

İmam Rıza’nın (a.s) sosyal ve siyasal şahsiyetini nasıl tanımlar ve açıklarsınız?

Onun yüce varlığını ve kutsal kişiliğini değerlendirebilmek için önce yaşadığı dönemin şartlarına kısaca değinmek gerekir. Bu dönemin toplumsal ve siyasal şartlarıyla ilgili önemli noktalardan biri şudur: Emirü’l-Mü’minîn’in (a.s) şehadetinden ve hatta ondan da önce üçüncü halife Osman’ın bir isyan sonucu öldürülmesinin ardından İslam toplumunda bir ayrılık ve parçalanma ortaya çıktı ki tarih kaynaklarında buna “Âmu’t-Teferruka” (Ayrılık Yılı) denir. O zamandan itibaren İslam toplumu çeşitli ayrılıklara ve çatışmalara sürüklendi ve giderek toplumsal düzenini kaybetti.

Bu süreçte öne çıkan en önemli mesele hilafetin meşruiyet krizi oldu; yani hilafetin hangi temele dayanarak hak kazandığı sorunu. Bu kriz Abbasîler döneminde daha da şiddetlendi. Çünkü Benî Abbas, Benî Ümeyye’ye karşı çıkma sloganıyla iktidara gelmiş, Emevîlerin miras yoluyla sürdürülen hilafetini devirmiş fakat aynı yöntemi kendileri uygulamaya başlamışlardı. Dolayısıyla onlar da yönetimlerinin meşruiyetini sağlamak için bir teori üretmek zorunda kaldılar.

Bu durum Me’mun döneminde doruğa ulaştı; çünkü Me’mun, hilafete geçebilmek için kardeşi Emîn’i öldürdü. Aslında üçüncü halife döneminde başlayan bu ihtilaf — ki o dönemde sahabiler birbirine karşı durmuş, tâbiîn de kendi aralarında çatışmış ve bu da Emirü’l-Mü’minîn’in hilafeti, Cemel ve Sıffîn savaşları gibi olaylara yol açmıştı — Benî Abbâs dönemine kadar devam etti. Hatta Abbasî iktidarı Harun Reşîd döneminde güçlenmesine rağmen bu ihtilaf sona ermedi; Harun’dan sonra Me’mun ve Emîn arasında yeniden alevlendi ve Me’mun hilafeti ele geçirmek için kardeşini ortadan kaldırdı.

Böylesi bir ortamda hilafetin meşruiyet krizi her zamankinden fazla bir şekilde gerekçelendirmeye ihtiyaç duyuyordu. İşte bu noktada İmam Ali b. Musa er-Rıza (a.s), bu fırsatı değerlendirerek imameti ilahî bir makam olarak gören Şiî düşüncesinin temelini güçlendirdi. Onun Medine’den Horasan’a hicreti ve Merv’de bulunması, Me’mun’un çeşitli hilelerle kendi hilafetini Benî Haşim’in hakkı gibi ve dolayısıyla meşru göstermeye çalışmasına zemin hazırladı. Ancak İmam Rıza (a.s) tam da bu durumda meşruiyetin gerçek temelini yani ilahî nasla belirlenen imameti ortaya koydu. Bunun en açık örneklerinden biri meşhur “Silsiletü’z-Zeheb (Altın Zincir)” hadisidir. İmam, diğer fırsatlarda da imametin ilahî bir hakikat olduğunu topluma defalarca açıkladı.

Bu meseleyle birlikte dikkate alınması gereken bir diğer nokta da şudur: Resul-i Ekrem (s.a.a), risaletin başlangıcında İslam mesajını, medeniyet geçmişi pek olmayan Hicaz halkına sundu. Hicaz’da yaşayan bu toplumun tarihinde güçlü bir medeniyet kurma tecrübesi bulunmuyordu. Oysa İslam İran’a ulaştığında, “hilafet” anlayışıyla tanıtıldı, “imamet” anlayışıyla değil. İkinci halife döneminden itibaren İslam, hilafetçi bir bakış açısıyla İran’a taşındı ve İranlılara “İslam budur” denildi.

İmam Rıza’nın (a.s) o dönemdeki en önemli hamlelerinden biri –ki ilmî açıdan da yüksek bir konuma sahipti– sahih İslâm’ı Hicaz’dan medeniyet geçmişi zengin olan İran topraklarına taşımak oldu. Böylece o dönemde “sahih İslam” ve “medeniyet kurucu İslam” akımının temelleri İran’da atıldı. Zira İranlılar, bizzat medeniyet tecrübesine sahip oldukları için İslam’ın ve Resulullah’ın (s.a.a) medeniyet inşa eden mesajını kolaylıkla idrak ederek onu gerçekleştirme yolunda adım atabildiler.

Bu süreç, insanlığı kurtarabilecek bir medeniyetin ortaya çıkmasına zemin hazırladı. İmam Rıza’nın (a.s) İran’da yaydığı kültür, İslâm’ın medeniyet kurucu kültürüydü; Kur’ân’ın “sırat-ı müstakîm” diye nitelendirdiği kültür: “Şüphesiz ki bu, benim dosdoğru yolumdur; ona uyun.” (Enam 153)

 Bu kültür, insanlık toplumunu kurtaracak bir medeniyeti inşa etme gücüne sahiptir.

İmam Rıza’nın (a.s) hareketi, medeniyet geçmişine sahip bir toplumda –yani İran’da– bu medeniyet kurucu kültürü yayma girişimiydi. İşte bu noktadan itibaren “sahih İslam” ve “medeniyet kurucu İslam” akımı temellenmeye başladı ve sonraki tarihsel gelişmeler de bu çizgide devam etti. Bu sebeple bugün hepimiz İmam Rıza’nın (a.s) sofrasında oturuyoruz; İslâm İnkılabı da onun bu medeniyet inşa eden hareketinin bir meyvesi ve sonucudur.

Peki İmam Rıza’nın (a.s) Me’mun’un veliahtlığını kabul etmesi, onun zalim ve baskıcı yönetimlerin siyasetine boyun eğdiği anlamına mı gelir?

Hayır, kesinlikle böyle değildir. Dikkat edilmelidir ki İmam (a.s), zamanın ve mekanın şartlarına uygun olarak, sahih İslam’ı hayata geçirmek isteyen toplumu yönetiyordu. Me’mun’un veliahtlık teklifini yaptığı dönemde kendisi özel bir durumdaydı; amacı, hilafetin Benî Abbas’ın hakkı olduğu algısını oluşturmaktı.

Benî Abbas’ın kendi iktidarlarını meşrulaştırmak için dayandıkları iki ana temel vardı:

              1.           Benî Ümeyye, Muaviye döneminden itibaren hilafeti kendi ailesinde miras yoluyla sürdürmüş ve bu gelenek Benî Mervan’a kadar devam etmişti.

              2.           Benî Abbas da aynı yöntemi izledi ancak meşruiyetlerini ispatlamak için cahiliye döneminden kalma bir kurala başvurdular. Bu kurala göre bir kişinin oğlu olmaz ve sadece kızı bulunursa, öldüğünde mirası kıza değil hayattaki amcasına geçerdi. Abbasîler, “Peygamber’in (s.a.a) oğlu olmadı; amcası Abbas hayattaydı; dolayısıyla hilafet ona ve onun soyuna geçmelidir” iddiasında bulundular. Bu sebeple İmamlara “Resulullah’ın oğulları” demez, “Peygamber’in amcasının oğulları” anlamında “ibn am” diye hitap eder ve “Siz Ali’nin evlatlarısınız, Resulullah’ın evlatları değilsiniz” derlerdi.

İmam Rıza (a.s), hem Şiîlerin can güvenliğini korudu hem de Abbasîlerin bu meşruiyet teorisine karşı kültürel bir mücadele başlattı. Me’mun, İmam’ı Merv’e davet ederek hilafetin Benî Abbas’a ait olduğu, fakat kendisinin en âlim kişi olması sebebiyle bunu İmam’a devrettiği imajını vermek ve böylece kendi hilafetini meşru göstermek istiyordu. Ancak İmam Rıza (a.s) bu propagandaya karşı çıktı ve şöyle buyurdu: “Eğer hilafet seninse, onu başkasına devredemezsin; eğer hilafet sana ait değilse o zaman sahip olmadığın bir şeyi başkasına nasıl verebilirsin?” Bu yüzden hilafeti tamamen reddetti.

Veliahtlık konusunda da İmam önce kabul etmedi; fakat Me’mun, doğrudan veya dolaylı şehadet tehdidi ve siyasi baskılar uygulayınca, İmam şu şartla kabul etti: “Hiçbir şekilde yönetimde söz sahibi olmayacağım.” Me’mun, başka bir seçeneği olmadığı için bu şartı kabul etmek zorunda kaldı ve zamanla bu durumu yine de kendi iktidarının meşruiyetini güçlendirmek için kullanmaya çalıştı.

Buna rağmen İmam Rıza (a.s) bu fırsatı değerlendirdi; toplumda “ilahî nas ile belirlenen imamet” anlayışını yaygınlaştırdı ve imametin hilafete göre üstünlüğünü ortaya koydu. Onun bu kültürel ve aydınlatıcı hareketi öyle derin bir etki bıraktı ki Me’mun sonunda İmam’ı ortadan kaldırmaktan başka çare bulamadı ve onu şehit ettirdi.

Günümüz toplumunun Sekizinci İmam’ın (a.s) sosyal ve siyasal hayat çizgisinden alması gereken dersler nelerdir?

En önemli ders, “sırat-ı müstakîm kültürü” olarak adlandırabileceğimiz bir kültürün varlığıdır; bu kültür, insanlığı kurtaracak bir medeniyetin inşasını mümkün kılar. İmam Ali b. Musa er-Rıza (a.s), topluma şunu mesaj olarak verir: İnsan, Allah ve Resul’ün çağrısına kulak vermelidir; çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de de buyurulduğu gibi: “Allah’ın ve Resul’ün sizi hayata döndürecek çağrısına icabet edin.” (Enfal 24) Bu çağrı gerçek hayatın kaynağıdır; mutluluğu ve şerden uzak olmayı sağlar.

Sırat-ı müstakîm kültürü, “velayet” esasına dayanır; yani ilahî rububiyet ve velayet hiyerarşisinin kabulü. Bu kültürün kendine özgü prensip ve kuralları vardır; toplum bu prensiplere göre uyum sağladığında kurtuluşa ve saadete erişir. Dolayısıyla İmam Rıza (a.s) topluma, sosyal ve siyasal hayatta bu kültürü rehber edinmenin önemini göstermiştir.

Öte yandan sefer ayının sonundayız ve bu sözün anlamı çok derindir: “Şüphesiz Hüseyin (a.s), hidayetin meşalesi ve kurtuluş gemisidir.” İmam Hüseyin (a.s), insanlığa doğru yolu gösteren bir ışık ve güvenli limana ulaşmayı sağlayan bir gemidir.

Kim İslam-ı sahih ve sırat-ı müstakîm kültürüyle (temel prensipler, inançlar, değerler, adab ve geleneklerden oluşan bir bütün) uyumlu hareket ederse, onun toplumu sağlıklı olur ve davranışları hikmetli bir nitelik kazanır.

Toplum hikmet temelinde hareket ettiğinde ilişkiler ve sosyal düzen de hikmete göre şekillenir. Böyle bir toplum hikmetli bir medeniyet inşa eder; bu medeniyet sosyal sağlığı sağlar, insanlığı sefalet ve kötülükten ayırır ve gerçek mutluluğa ulaştırır. Dolayısıyla her toplum sırat-ı müstakîm kültürüyle bağlantı kurduğunda hidâyet ve kurtuluş yolunda ilerlemiş olur.

Ekler

yorumunuz

You are replying to: .
captcha